Önümde, açık kollarıyla boğaz,
Çengelköy’den aktarma Rumelihisarı.
İstanbul, İstanbul’um benim,
Kadıköy’ü, Üsküdar’ı…

Gün olur, Köprü ortasında durur
Anarım, Adalar’da çamların uykusunu.
Gün olur, Beyoğlu’nu özler içim,
Koklamak isterim Tünel’in kokusunu. *

( Yerküredeki yerleşimlerden iki tanesi, beni sımsıkı tutan ve hiç bırakmayan masalsı şehirlerimdir. Birisini daha önce yazdım. Şimdi sıra, doğduğum, büyüdüğüm, içinde bulunmaktan, onunla temas etmekten, tarifi mümkün olmayan haz aldığım İstanbul’da. Ne anlatsam ona dair? Her yeri başka bir mucize sanki. Yüzyıllardır, içinde yaşattıkları ve var ettikleri bir tarafa, gizemli bir toprak parçası burası. Neresinden başlasam? Hangi mevsiminden, hangi köşesinden; güneşli bir günde boğaz vapurunda mı olmalı, yoksa başımıza dokunacak gibi inmiş bulutların, ha yağdı ha yağacak yağmur ihtimalinin altında Haliç kıyılarında mı? Ya da, soğuk bir kış günü, beyaza bürünmüş, sessiz, kimsesiz Beyoğlu sokaklarında. Belki de, akşamın alacakaranlık anında, Çemberlitaş’tan aşağı, yavaş yavaş yürürken, karşımda beliriveren Ayasofya olmalı anlatacağım hikaye. En iyisi size bırakayım; hikayenizde sizin İstanbul’unuz olsun. Nerede ve kiminle paylaşmak isterseniz. Ben de, bir ekim ayında, deniz kenarındaki herhangi bir semtinde, elimde bir simit ve martıların şarkıları arasında, İstanbul’un kıyısında kalayım bir süre daha… )

*Ziya Osman Saba