Kasım ayı ile birlikte değişir İstanbul’da iklim; çınar yapraklarının çoğu sararmış, gövdelerinden kopup yollara savrulmuşlardır bile. Yalnız bir sokak lambasının kenarındaki Gece Yasemini’nin kokusu, insanı yazın başlangıcına götürür, sanki ıhlamurlar açıyormuş gibi bir his uyandırır. Ancak artık soğuk rüzgârlar ve sessiz geceler vardır; çocukların cıvıltısı yerini ıslık çalan poyraza bırakmış, göçmen kuşlar çoktan uzaklara gitmiştir. Ah, Kasım ayı… Çıplak ağaçları, çalkantılı denizleri ve bacalardan yükselen dumanlarıyla içimizi ürpertirken, bir yandan da bizi derin hayallere sürükleyen mahzun ay…

Güneşin bir daha hiç gelmeyecekmiş gibi yok olduğu, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun eşliğinde, ben ve kafamın içindeki fikirler yine böyle bir Kasım günündeyiz. Dopdoluyum; düşüncelerimden sıyrılmak istiyorum, ama çabalarım nafile! Beni sıkıştıran hislerden bir türlü kurtulamıyorum. Zihnim, fokurdayan bir kazan gibi. Sanki bu kazana hiç durmadan bir şeyler ekleniyor ve ben doluyorum, doluyorum… İstemesem de aynı yoğunlukta ve hızda gelmeye devam ediyorlar. Tıpkı tıpası kapalı bir küvete, durmaksızın su akıtan ve hiç kapanmayan bir musluk gibi… Ancak su taşmasın diye tıpayı çıkaramıyorum.

Sonunda mücadeleden vazgeçiyorum ve bırakıyorum düşüncelerimi suların içine. Ancak beklediğim gibi olmuyor; sınıra gelen su bir türlü taşmıyor. Elimi suyun içine daldırıp bir aşağı bir yukarı hareket ettiriyorum. Tam o an, beni yoran duygular fotoğraflara dönüşüyor ve birer birer gözümün önünden geçiyor, sanki bir zaman yolculuğu gibi… Zamanın tersine doğru birçok farklı kare akıyor zihnimde. Olacağını düşündüğüm ama hiç yaşanmayan anlar ya da beklemediğim halde gerçekleşen hatıralar… Hepsini tekrar tekrar inceliyorum. Ne kaldıysa gerçekleşenlerden bana, biriktirdiğim, unutamadığım ne varsa… Acısıyla tatlısıyla, ne yaparsam yapayım değiştiremeyeceğim birçok hikâye.

Her biri kendince bir iz bırakıyor sonunda, sessizce çekiliyorlar; sen istesen de istemesen de. Peşlerini bırakıyorsun, hayal olarak kalsınlar yerlerinde…