Bir Eylül ayında, Japonya’nın başkenti Tokyo’nun yaklaşık yüz kilometre güneybatısındaki, sönmüş volkanik dağın yamaçlarındaydım. Fuji Dağı’nın olağanüstü silüeti, karşımda ihtişamıyla yükseliyordu. Gökyüzü hafif bir sisle örtülmüş, dağın eteklerinde esen rüzgâr yüzüme hafifçe dokunuyordu. Spinoza’yı işte o anda daha iyi anladım.

Sanki doğanın özüyle bütünleşmiştim. Lav akıntılarından oluşan taşlar ayaklarımın altındaydı ve bir an için, zaman ve mekân kavramının dışına çıktığımı hissettim. Etrafımdaki her şey, varoluşun derin sessizliğinde eriyordu. Her şeyin bir olduğunu o an kavradım. Ben yoktum artık; Fuji Dağı’yla bir bütün olmuştum. Her nefesim, dağın yamaçlarından esen rüzgârla birleşip kayaların üzerinde yankılanıyordu.

Bu duygu, tanımlayamayacağım kadar güçlüydü. Spinoza’nın “Tanrı doğadır” dediği düşüncesini derinden hissettim. Ben Fuji’ydim; Fuji de bendim. Varoluşun devasa döngüsünde, her şey birbirine bağlıydı. Bizi biz yapan elementlerin ötesinde, soyut bir his, anlatılamayacak bir sezgi vardı. Fuji bana, Tanrı’nın evrensel gücünü ve Spinoza’nın felsefesini saniyeler içinde aktardı.