( Bir nisan ayıydı, Girne’den Güzelyurt’a giden, iki tarafı uçsuz bucaksız yemyeşil bahçelerle çevrelenmiş ve güneşin etkisiyle, ağaçların dallarına, sanki altın topları bırakılmış gibi gözüken bir yolda buluştum onlarla. Şaşkınlığım geçmeden, akabinde muhteşem bir koku doldu içinde olduğum arabaya; istemsiz açtım camımı ve alabildiğince çektim içime o insana huzur verip, derin bir sükunete götüren havayı. Dışarı çıktığımda anladım ki, yine bir mucizenin kucağındayım. Bulduğum bir aralıktan, girdim düşler bahçesine. Bir taraftan ışık oyunları, başka bir taraftan kuş sesleri, turuncunun göz alıcılığıyla bezenmiş meyveler ve ah o çiçekler. Hem bu kadar zarif, hem de bu denli insanın ruhunu ödünç alabilecek kadar hükmediciler. Bir süre yürüdüm o yeşil, beyaz ve turuncu bahçenin içinde. Hatta, meyvelerin, insana yaşamın gücünü hissettiren sularını bile tattım; o andan sonra, hayalle gerçek birbirine karıştı sanki… Sonunda ayrıldım düşler bahçesinden. Ancak, ben öyle sanmışım, oysa portakal çiçekleri beni çoktan yakalamışlar ve hepsi hala benle! )